Normali Kim Ne Yapsın ?

Bir normal lafıdır gidiyor ortalıkta

Normalleşmeye ne zaman dönülecek ?

Eski normal artık olmayacak mı ?

Yeni normalimiz nasıl olacak? 

Özellikle sosyal medya kullanıcılarında sıkça karşılaştığım şu normalleşme konusu herkes gibi benim de kafamı kurcalıyor. Ama “ne zaman normalleşiriz?” şeklinde değil de, “nedir bu normal ?” şeklinde benim meselem.

Son günlerde yaşadığımız kahredici günler, herkesin kendi “normal”ini tarttığı bir sürece dönüştü, bazı insanlar için ne yazık ki ve bazı insanlar için iyi ki.

Deprem bölgesinde olup da birebir bu felaketi yaşayan, canını zor kurtarsa da sevdiği canlardan olan, hiç kaybı olmasa da “evim” dediği dört duvardan eser kalmayan insanların hissettiklerini ve acılarını düşündükçe, insan olarak içimiz paramparça oluyor hiç şüphesiz. Fakat diğer yandan da istediğimiz kadar üzülelim, onların yaşadığı acıları birebir anlamamız mümkün değil, eğer benzerini yaşamadıysak tabii ki.

Böyle olunca da ne oluyor, bizim gibi bu acılara fiziken uzakta olanları kaplıyor bir vicdan muhasebesi, bir insanlık dersi 101’den alınan notlara göz atma, bir ne yapabilirim çaresizliği..

Aklı selim insanlar önce bir kendi hayatına bakıyor hayat mı diye, şimdiye kadar yaptıklarım değerli miydi hatta değer miydi diye. Aklı evveller ise tutturmuşlar normal de normal, “ne zaman normale döneceğiz?” diye.

Kimseyi yargılıyor değilim. Fakat şaşırmak da hakkım sanırım.

Ben kendi adıma hayatımı masaya yatırmayı tercih ediyorum. Bütün gün sabahtan akşama kadar yas tutmuyorum tabii ki, bunu söyleyen yalan söyler. Ama ne yaparsam içimde bir sızı, bir kelime yazmadan önce on kere düşünüyorsam 100’e çıkarma, yanımda olan sevdiklerime bakarken bazen o anın ne derece kıymetli olduğunun yoğun bir şekilde suratıma vurması gibi şeyler oluyor haliyle. Ve daha niceleri, söz arasında, bir davranışın ardına saklanmış nice ufak ufak tokatlar gibi, devam ediyor..

Sıcak evimde, karnım tok sırtım pek “trafik yine çok sıkıştı yine bilmem nereye yetişemedim” şikayetlerimden baştan aşağı utanarak günler geçiriyorum mesela. 

Sırf hobi olarak, keyif olarak yaptığım aktiviteleri erteleme eğilimindeyim. Sadece zorunluluklar öne geçti şu sıra. Bir de nefes alıyoruz ya..Borçlu hissediyorum kendimi tüm nefesinden olanlara, yanında sevdikleri olmayanlara. Kendi kendimle hesaplaşıyorum sık sık.

Normalin ne olduğunu da sorguluyorum bir yandan. Kendi normalim çok mu matahtı ? Ne yapıyordum her gün bir başkası için ? Bundan sonra mesela bir ay sonra mı döneceğim eskiye ya da iki ay mı bir yıl mı? Nedir bunun ölçüsü ? Kim belirliyor normali ? Ve esas kim belirliyor ne zaman o bahsi geçen normale döneceğimi ? Döneceğimizi ?

Hepsi içsel pusulada gizli her zaman olduğu gibi. 

Ne kuralı var ne yasası var ama “herkesin normali kendine” noktasına da vardırmak istemiyorum bu bahsi, zira insanlık namına bir takım ortak paydalarda da buluşamayacaksak o zaman her şey niye ki ??

Ortak değerler, insanlık denen birbirini kollama, birbirine faydalı olma gibi şahaneliklerimizi hatırladık bu olmayası olayda. 

Birbirine evini açanlar, eşyalarını hiç tereddütsüz deprem bölgesine gönderenler, maddi manevi elinden ne geliyorsa kendini paralayanlar, annesiz babasız kalan depremzede çocukları evlat edinmek isteyen bir sürü güzel insanla çevrili olduğumu da gördüm şu 20 gün gibi kısacık dünya zamanında. Diğer yandan ise yapılan yardımı ihtiyaçları olmadığını söyleyerek kabul etmeyen güzel depremzede insanlar gördüm, “bizim değil şu ailenin daha çok ihtiyacı var” diyerek yardımları başkalarına yönlendirecek kadar yüce gönüllüleri. 

İnsanın içindeki iyi ve kötü tarafın ekstra uçlarına şahit olduk, iyi ki ve ne yazık ki yine.

Bir tarafta böylesine birbirine destek olanlar varken diğer tarafta yağmacılar, hırsızlar, organ mafyaları gibi “insanlık” kelimesinin içine sığmayacak aşağılıklara da şahitlik ettik, etmeye de devam ediyoruz.

Her ikisi de insan, her ikisi de kalp sahibi, her ikisi de nefes alıyor. Birinin vicdanı eksik..

Ne yaparsak yapalım o içimizdeki vicdan pusulası doğru çalıştığı sürece doğru yönü bulabiliyoruz neyse ki.

Gelirsek “normal”lerimize, ben kendi adıma daha içi dolu normaller hayal ediyorum. Gün geçtikçe unutulan, iki üç hafta kahırlanıp, acıklı müziklerle yıkık bina fotoğrafları paylaşmaktansa daha anlamlı normalleri nasıl hayata geçireceğimizi düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Canımız sıkılmasın aman bir hava alalım, ooh üç günlük dünya boş verelim zihniyetine bir an bile düşmemek bence birbirimize olan insanlık borcumuz.

İşini doğru yapan insan, hatta sadece işini değil ne yaparsa onu doğru düzgün yapan insandan korkulmaz. Normal eğer kaytarmaksa olmasın o normal artık. İstemiyoruz !

Varsın dönmeyelim normale. Her neyse o “normal”..

İnsan hayatı pamuk ipliğine bağlı ama vicdanı kalın gümüş halatlarla bu dünyaya demir atar. 

Normali kim ne yapsın..

Kaygılarımı Sunarım

Kaygı…

Hayatımızın göbeğindeki hislerden sadece bir tanesi fakat oldukça güçlü ve domine edici olanlardan biri.

Yaşadığımız şu son dönemlerde özellikle bir buçuk yılda, çoğu insanın fazlasıyla derinden hissettiği kaygı. 

Kontrolün elden gittiğini an be an iliklerimize kadar duyduğumuzda tavan yapan kaygı.

Uykuları kaçıran, dengeleri bozan, ilişkileri alt üst eden kaygı. 

Gelin biraz kaygının penceresini aralayalım birlikte, ardında ne var neler var bir bakalım.

20.yüzyılın sonu ve 21.yüzyılın başları olan şimdilere kadar uzanan döneme bir çeşit “kaygı çağı” desek yanlış olmaz diye düşünüyorum. 

Kabaca fikir vermesi açısından, ABD’de bir kanalda paylaşılan ve yaşamayı engelleyen beş kaygı listelenmiş. Elbette bunların dışında da farklı kaygılar tanımlanabilir fakat dediğim gibi kabaca bir yol çizmesi açısından şu beşliye bakalım:

  1. Yeterince (para,aşk,vs) yok
  2. Beni sevmekten vazgeçecekler (reddedilme korkusu)
  3. Devam edemeyecek kadar güzel
  4. Ortaya çıkacak (başkaları numara yaptığımı anlayacak)
  5. Hayatımın bir önemi yok (kendime nasıl bir miras oluşturabilirim)

Bu tür kaygıları gidermek, yok etmek hatta yok saymak için çeşitli tavsiyeler tam gaz verilirken, ünlü psikiyatr ve psikanalist Jacques Lacan olaya bambaşka bir açılım getiriyor. Hadi bakın.

Söz konusu olan gerek bu listedeki kaygılar gerekse burada olmayan kaygılar olsun, kaygının temel nedeninin kişinin “öteki” ile arasındaki ilişki olduğunu söylüyor. Hatta buna “Büyük Öteki” diyor. Kişiyi devamlı olarak kendi içinde sorgulamalara gark eden “öteki”. 

Bu “öteki” bazen bir başka insan, bazen bir topluluk, bazen ise kişinin kendine oluşturduğu “ideal ben” modeli olabiliyor. Kişi bu bahsedilen “öteki” lerle öyle ya da böyle hep ilişki içerisinde hayatı boyunca. 

En çarpıcı ve karmaşık olanı da hiç şüphesiz kendimize oluşturduğumuz “ideal ben” modeli, kanımca. Zira başka biriyle ya da bir toplulukla olan ilişkimizde günün sonunda dönüp kendi oluşturduğumuz ideal benliğimize dayanıyor. Ha tabi, burada meşhur mükemmeliyetçilik de devreye giriyor. O “ideal ben” ne kadar mükemmeliyetçi bir zihinde oluşuyorsa o kadar ulaşılmaz ve o derece kaygı verici olabiliyor. İncecik bir çizgide seyrediyor her şey. 

Arzu kavramından da bahsetmeden olmaz tabii. Kaygının içinde arzu var çünkü.

Yukardaki listeye bir bakın, kolaylık olsun diye. Hepsinin arka planında bir arzu var. Ya bir şey eksik, ya bir şey yanlış, ya da eksik ya da yanlışın olma ihtimali var her birinde. Hep bir şeye duyulan arzu var.

Heidegger insanın sonlu bir varlık olmasından dolayı kendini gerçekleştirebilme veya gerçekleştirememe kaygısına, bu dünyanın temelsizliği karşısında ve en nihayetinde hiçlik karşısında bir kaygıya düştüğünü söyler. Yani kaygı bir varoluş problemidir aslında. Yok olacağını bilen varlıkların kaçınması imkansız olan bir olgu.

Sartre ise kaygıyı “bulantı” ile tarif eder, yani bir iç sıkıntısıdır kaygı. Fakat bu iç sıkıntısı öyledir ki, insanın varoluşunu fark etmesine yol açar. İnsan ancak kaygıyı hissederek özgürlüğünün bilincine varır. Örnek vermek gerekirse, bir kölenin herhangi bir kaygısı olamaz olsa olsa korkusu olur çünkü o birilerine tabidir, kendi hakkında karar veremez, seçemez. Seçme özgürlüğü kaygı ile birlikte geliyor. Tıpkı bir paket gibi. Birini alıp diğerini almamak olmuyor.

Tam bu noktada kaygı ve korkuyu ayırmakta fayda var.

Dünya varlıklarından herhangi birinin karşısında duyulan korkudur.

Kaygı ise olasılıklardan doğar, insanın kendi olanakları ve düşünme/seçme özgürlüğü baş roldedir. Nesnesiz bir korkma halidir denebilir. Bazen adı bile konulamayan şeydir kaygı, nedenini net olarak görmediğimiz, bilemediğimiz nice kaygılı durumlar da yok mudur ?

Kendinizde kaygıyı kolay teşhis etmeniz için şöyle bir bakın kendinize, “eğer ……. olursa” diye düşündüğünüzde içiniz daralıyorsa işte bu nur topu bir kaygıdır. Ama karşınızda bir anda bir kaplan gördüğünüzde hissettiğiniz korkudur. Kabaca böyle bir ayrım yapalım. Psikanalizde bu ayrım bu derece kalın çizgilerle ayrılamasa da, günlük hayatta kendi kendimizle hemhal olurken bir ışık tutabilir kanaatindeyim.

Bu ayrımı yapmak şöyle önemli.

Kaygılarımızın farkında olduğumuzda ve onları derinlemesine incelediğimizde, içinde şunları bulacağız:

  • Mutlaka bir arzu içeriyor
  • Geleceğe dönük ya da şimdiki zamanda bir eksiklik, yanlışlık hissi var (hissi var diyorum çünkü bu gerçek olmayabiliyor, kendi kendimize oluşturmuş olabiliyoruz.)
  • Kontrol konusunda güçlü bir eğilimi yansıtıyor
  • Kendimize oluşturduğumuz “ideal ben”imizle ya da her hangi bir “öteki” ile ilişkiyi mutlaka içeriyor
  • Özgür olduğumuzu gösteriyor (çünkü seçme özgürlüğü olan varlıklarda kaygı oluyor, Sartre’ın da dediği gibi)
  • Mutlaka bir iç sıkıntısı veriyor
  • İyi yönetildiğinde yaratıcılığın kaynağı olabiliyor
  • Sonlu bir varlık olduğumuzun nişanesi

Bu noktada şu açılımı yapmam gerek.

Ana akım kişisel gelişimcilerin büyük engel olarak gördüğü kaygı, Sartre’ın Varoluşçuluğu’nda yaratıcılığın ve çözüm bulmanın da ilk şartı. Yani kaygı, insanı yaratıcı ve çözüm odaklı da yapabiliyor. Zira, kişi Varoluşçuluk’ta kendi hayatının mimarıdır, bilenleriniz vardır. Var oluş öz’den önce gelir. Yani insan önce var olur sonra özünü oluşturur. 

Yani, felsefe ve psikanalizde kaygı temel bir insanlık hali, hatta insanın dünyayla ilişki kurmasını sağlayan koşulun ta kendisi olarak görülüyor. İşin bu tarafını unutmamak, hatırlatmak adına üstünde durmayı fazlasıyla önemsiyorum. Bu yüzden sizlerle de paylaşıp, kulağınıza kar suyu kaçırmak istedim.

Yapay olarak oluşturulan hatta ısrarla dayatılan “haydi bütün kaygılarımızı rafa kaldıralım hatta onları mümkünse çöpe atalım ve hayatın her dakikasında halay çekelim” anlayışı beni gerçekten uzunca bir süredir fazlasıyla rahatsız ediyor. Çünkü gerçek değil, uygulanabilir değil, her şeyden önce insani değil.

Bastırmaya, yok etmeye çalışmaktansa içine girip, kaygıyı derinden inceleyip, onu insanlık hali olarak algıladığımızda işler başkalaşıyor. İşe felsefik ve psikolojik açıdan baktığımızda kaygıyla yaşamak bir nebze daha kolay oluyor. Ha yaşamak (ya da var oluş) ne kadar kolay olacaksa o kadar tabii. Fazlası yok.

Düştük bir kere bu gezegene, yaşayacağız elimizden geldiğince. 

Kaygılarımla,

1 Yaşıma Daha Girdim

Dün itibariyle, yaşanmışlıklarıma 1 yıl daha ekledim. 

1 yıl daha büyüdüm, 

1 yıl daha öğrenciydim,

1 yıl daha şaşırdım

1 yıl daha değiştim ve

her şey 1 yıl daha artık…


*Bilmenin anlamaya yetmediğini,

*Yaşamanın öğretmenlerin en büyüğü olduğunu,

*Kelimelerin anlatamadığı şeylerin hayatın çoğunu oluşturduğunu,

*Belirsizlikle henüz yeteri kadar barışık olmadığımı,

*Kontrol edemediğimde teslim olmayı seçmenin beni hayli zorladığını,

*İtiraf etmenin kaçınılmaz olduğunu,

*Seçme özgürlüğünün hem gerekli hem çetrefilli hem de özgürlüğün en büyük tehdidi olduğunu,

*En sevdiğimi bazen gözümün görmediğin,

*”En”in ne demek olduğunu unutabildiğimi,

*Ve hatta “en”in hiç olmadığını,

*İnsan olmanın her yönüyle “insan olabilmek” olduğunu,

*Düşüncenin her şeyin başı ve aynı zamanda her şeyin sonu olduğunu,

*Bugün düşündüğümü yarın düşümde bile görmek istemeyebileceğimi,

*Kendini zihinden sıyırmanın, eti tırnaktan ayırmak kadar acılı olduğunu,

*Su gibi akıp hava gibi esmenin, bir tsunamiyle bir hortuma nal olabileceğini,

*“Yeter” demezsen yetmeyeceğini,

*Azın çok olduğunu hatırlamayı,

*Kendimle zaman geçirince işlerin hiç de öyle olmadığını, 

*Öyle olmayınca, böyle de olamadığını, 

*Şöyle böyle yaşamanın, tam tamına yaşamak olmadığını,

1 yıl daha dolu dolu yaşadım.

Çok  sevdiğim bir arkadaşımın dün beni kutlarken “Ara sıra düşünmelerini de tatile çıkarmayı ihmal etme” dileğiyle, kendine kattığım farkındalık da cabası.

Hepsi insana dair, ne yaşandıysa ne yaşanacaksa ve ne yaşanıyorsa.

Her ne olursa olsun hayatta (ama her ne olursa!) terazinin bir kefesine yaşamayı diğer kefesine ise hayata dair “her şeyi” koyduğunuzda, hep yaşamak galip geliyor. İstisnasız..

Tüm bahsettiğim satırların her biri üzerine roman yazılabileceğinin de farkındayım ☺️ Telaşa mahal yok, belki bir gün o da olur.

Nefes alıyorsak, yola devam… 

1 yıl işte böyle geçti.. 🥂

İyi ki..

“Çok”la “Hiç”

Bazen söyleyecek tek bir söz bulamazsın..

Bazense söyleyeceğin o “şey”i, söylemeye değer bulmazsın..

Bazen de, “söylesem ne fark eder?” dersin kendi kendine..

Aslında söyleyecek şeyin o kadar çoktur ki, birini söylesen diğerinin boynu bükük kalır. 

Çok’la hiç’in kesiştiği yerdesindir..

Susarsın..

Bir Garip Yeni Yıl

Yazı yazdığım yıllar boyunca yılın bu dönemlerinde, genellikle “Yeni Yıl Yazı”sı tadında bir şeyler hep yazmışımdır. 

Yılın bitişi ve yeni bir yılın gelişi insana ilham veriyor, umut veriyor.

Bitiş zamanı gelmeden yapılan muhasebeler, daha çok yapılacaklar daha az yapılacaklar, bir iç hesaplaşma ile gelen temizlik zamanı gibi yılın bu dönemleri adeta. Herkesi öyle ya da böyle düşündürtüyor..

Bu yıl ise hepsinden farklı (gibi!). 

Hepimiz başka duygulardayız, hiç yaşamadığımız şeyler yaşadık yılın büyük bir kısmında. 

Maske günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu mesela. 

Elimizi yıkarken kum saati kullanmaya başladık. Sabunları dirseklerimize kadar getire getire temizlik yapmayı huy edindik. 

Çantamızda, evin çeşitli yerlerinde boy boy çeşit çeşit kolonyalar, dezenfektanlar vazgeçilmez kozmetiklerimiz oldu. Pür tuvalet giyinsek parfümden önce 80 derece limon kolonyası süreceğiz önce. O derece…

Market alışverişi acı verici oldu resmen. 

Şimdi kim maskeyi takıp gidecek ,doğru dürüst nefes almadan alışveriş yapacak, etraftaki insanlarla mesafeyi gözleyecek, kasiyerin verdiği parayı parmak ucuyla tutup belki mendile saracak, kredi kartıyla temassız ödeme yoksa torbaları belki de bırakıp çıkacak, bir de üstüne eve gelince tüm üstünü başını olduğu gibi kirliye attıktan sonra elleri temizleyip (hatta duş alıp) torbaların önce dışlarını sonra da aldıklarını tek tek çamaşır suyuyla silip yerleştirecek. Of!

Yazarken yoruldum yaşarken ise on katı yoruldum. Ama kabul etsek de etmesek de yeni gerçeğimiz bu. Ve bu sadece market alışverişi kısmı siz de biliyorsunuz.

Daha ne boyutları var bu işin. Sevdiklerimizle yüz yüze rahat rahat görüşememek, sımsıkı sarılıp öpememek, bir hava almaya çıkıp herhangi bir yerde gönül rahatlığıyla yemek yiyememek, daha neler neler..

Gerçekten zor ama çok zor bir dönemden geçiyoruz hep birlikte. İşin en zor kısmı da belirsizlik. Daha ne kadar sürecek ? Bilmiyoruz.

Aşı işe yarayacak mı ? Bilmiyoruz.

İş güç daha fazla etkilenecek mi ? Bilmiyoruz.

Bilmiyoruz da bilmiyoruz! Hiç bu kadar bilmediğimizi fark etmemiştik daha önce. Hep biliyorduk, her şeyi kestirebiliyorduk, planlar programlar yapıyorduk. Biliyorduk da biliyorduk..

Mu acaba ???

İşte asıl sorulması gereken soru; “Daha önceleri neyi biliyorduk da şimdi bilmiyoruz ?”

Bir düşünün…

Aslında hiçbir zaman hiçbir şeyi bilmiyorduk. Bildiğimizi sanıyorduk sadece. 

Yanılsamanın o derece dibine vurmuştuk ki, iki yıl sonraya uçak bileti alıyor, devamlı telefon edip “hadi bu akşam bize gelin” diyen annemizi tersliyorduk. Aman canım, işimiz gücümüz var, geliriz tamam. Niye bu kadar arayıp duruyordu ?

Şimdi ise her şey, gözümüzde o kadar farklı bir noktaya geldi ki. 

Artık biliyoruz ki, yaşça büyük yakınlarımız çok daha hassas bir dönemdeler ve biz onlara istediğimiz gibi ulaşamıyoruz. Gidip boyunlarına sarılamıyoruz mesela. Onları korumak zorundayız.

Çocuklar her gün okula gittiklerinde, o rutinin değerini bir gram anlamıyorduk. Şimdi evlerin bir odası okul, bir odası iş yeri, salon ise yer yer iş yeri yer yer de ana okulu halini alınca anladık bazı şeyleri. “Dan” diye hem de, teklifsiz.. Geldi bu “yeni”, oturdu hayatımızın göbeğine.

Gider mi, ne zaman gider onu ben bilemem. 

Ama bildiğim tek bir şey var ki; biz zaten hiçbir şey bilmiyorduk. Yani aslında büyük resme bakacak olursanız hayatımızda değişen bir şey yok. Bu açıdan baktığımızda da bu yılın diğerlerinden pek farkı yok. (Hani yukarıdaki cümlemde parantez içinde “gibi!” demiştim ya, işte tam da bu yüzden.) Günlük rutin değişikliklerimizi ve yanılsamalarımızı gerçek sanmalarımızı saymazsak tabii.

Bugün Instagram’da sevdiğim bir arkadaşımın paylaşımı beni bu yazıyı yazmaya yöneltecek ışığı yaktı. 

Diyor ki ; 

“ Yeni olan bir yıl sizi değiştirmez, hiçbir şeyi değiştirmez…Sizi değiştirecek olan; yeni bir düşünüş biçimi, yeni bir bakış açısı ve yeni bir başlangıçtır.”

Hep yılbaşlarında bunu düşünürdüm. Harika toparlamış. Tüm yaşanan negatiflikleri bir yıla yüklemek, gelen yeni yılı da sadece ve sadece iyiliklere gebe sanmak, belki çok naif bir bakıış ama rasyonel optimizmden oldukça uzak geliyordu bana, ne yalan söyleyeyim.

Bu yıl bahsettiğim zorlu mücadeleler örneğin, 2020 yılının sırtına yükleniyor şimdi de, “hadi güle güle git” hatta “bas git” şeklinde yaklaşımları etrafta bolca göreceğiz. Şakası güzelse de, düşünce şeklinde bir sakatlık var.

Gelin bu yıl bir ilke imza atalım hep birlikte ve yaşadığımız şeylerden, şu geldiğimiz gün itibariyle bize neler kalacak, 2021’e hangi bakış açımızı taşıyacağız onu düşünelim. Bu bakış açısı bize yaşadığımız anları, nasıl aydınlatacak ona bakalım.

Yıl bize gelmiyor, biz kendimizi yen bir yıla taşıyoruz, hatırlayalım. Bu yıl belki de her yıldan daha faydalı, daha aydınlıklı, daha çok işimize yarayacak fırsatları bize öğretmiştir kim bilir ?

Yeni yılınızı şimdiden kutlarken, Şems-i Tebrizi’nin şu çok sevdiğim sözleriyle bitirmek istiyorum bu yazımı:

“Eğer hala kızıyorsan,
kendin ile olan kavgan bitmemiş demektir.

Eğer hala kırılıyorsan,
gönül evinin tuğlaları pekişmemiş demektir.

Eğer hala kınıyorsan,
düşüncelerin yeterince berraklaşmamış demektir.

Eğer hala karşılıksız sevmiyor
ve sevginde ayrım yapıyorsan,
hala akıl ve mantığını kullanıyor,
içindeki sevginin yoğunlaşmasına engel oluyorsun demektir.

Eğer hala ‘ben’ demekten vazgeçmiyorsan,
dizginlerin hala nefsinin elinde
ve sen bu esarete boyun eğiyorsun demektir.

Eğer hala mûsibetlere yana yana üzülüyorsan,
gerçeği bilmiyorsun demektir.

Ve eğer hala ‘şikayet’ ediyorsan,
hakikati göremiyorsun demektir!..”

Zaman Var

Her şeyin bir zamanı var mıdır ?

Yoksa her şey her an olabilir mi?

Siz hangisine inananlardansınız ya da hayat size hangisini öğretti bilmiyorum ama ben ikinciyi savundum her zaman. “Savundum” derken, aslında olanlar da o yönde yani ben kimim ki savunayım diye düşündüm yazarken. Hayat bunun üzerine kurulu zira..

Benim veya başka birinin savunmasına ihtiyaç duymaksızın..

Neden “savunma” kelimesi döküldü kalemden onu birazdan hep birlikte anlayacağız..

Şunu da söyleyeyim konuya girmeden, “her an her şey olabilir” ile “her şeyin bir zamanı var” cümleleri aslında çelişmiyor, birbirlerini tamamlıyor. Ama o “olma zamanını”nı kendi yargılarımızda belirlediğimiz zaman çıkıyor tüm sorunlar.

Size bu konuda anlatacağım o kadar çok şey var ki, ama son zamanlarda yaşadığım çok belirgin bir olaydan yola çıkacağım.

Malum okuma, öğrenme açlığım bitmedi, bitmiyor, bitmesin de..

İçimde bu yanan ateşle devamlı bir şeylere yöneliyorum, hep bir arayış devam ediyor. Bazılarınca “kendime iş çıkarıyorum.”! 

Yine aynı şey oldu. 

Üniversitede, (güçlü yön, eğilim, şu bu hiçbirine bakmadan) o dönemin revaçta olan İşletme, İktisat kervanından etkilenerek İktisat seçip okuduğum doğrudur. Okumak yazmakla aram iyi olduğu için pek de güzel okudum bitirdim. Mesele o değildi çünkü.. Ben nereye girsem okurdum. Mesele sonrasıydı..Hiç düşünmedim okudum, bitirdim.

“Ben hayatta bankacı olmam” dedim, okulu bitirir bitirmez gördüm ki üniversitede kalmayacaksam yapacağım en iyi iş bankacılık. Daha doğrusu en yaygın. (korkuyorum ben hep bu YAYGINlardan)

Girdim bankaya, çıktım..14 yılım geçmişti bile.

Sudan çıkmışken hazır dur bir zıplama yapayım dedim, Felsefe (hep gönlümdeki) yüksek lisansı yapmak istedim. 

Üniversiteye gittim araştırdım bölüm hocalarıyla konuştum hatta misafir öğrenci olarak birkaç derse girip kararımı verme aşamasındaydım ki, yine durduruldum.

“Kaç yıllık kurumsal tecrüben var, bir de bunun üzerine MBA yapsan ne kadar güzel olur. Hem katmerlersin, deneyimini taçlandırırsın” dediler. Kim dedi diyeceksin, bazı hocalarım yakın çevrem vs..

“Aaa öyle mi?” dedim, düşündüm taşındım haklılardı galiba madem üniversiteye geri dönecektim geçmiş yıllarımı da değerlendirmiş olacaktım böylece. Felsefe okusam ne olacaktı ?

Başladım ve bitirdim tabii yine. Şak şak şak şak, tebrikler! Bölüm ikincisi olarak bitirdim. Üniversitedeyken çalıştığımdan daha fazla çalıştım hem de. Yine keyif aldım tabii. Unuttum nasıl başladığımı, ilk ne istediğimi.

Hem yeni şeyler öğrendim, ufkum genişledi, üniversiteye geri döndüm. Üstelik hocalarımla çok iyi ilişkilerim oldu. “Gel üniversitede kal” dediler. Onore oldum. “Ben bir düşüneyim” dedim. 

Aaa tabi bu arada MBA bitmeden Koçluk Eğitimleri’ni tamamladım. Koçluk yapmaya başladım bile. Ofis açtım, işler güzel. Oh master da bitti. 

O zaman da “her an her şey olabilir” kafasındaydım. 36 yaşından sonra master yapmana ne gerek var, üstelik 2 yaşında çocuğun var, master yapsan ne olacak yapmasan ne olacak nidaları arasında, yukarda bahsettiğim gibi hep “savunma” halinde, kendi iç sesimi duyacak bile vakit bulamadan yaptım gitti. Bir de serde “ben yaparım” hali var tabii, “siz ne derseniz deyin ben yaparım”..

Yıllar yine geçti bolca. İşler güçler hayat aktı..

Derken bir gün bir arkadaşım dedi ki “İkinci Üniversite okumak istemez misin ?”. Tam da nokta atışı yaptı. İçimde yanan ateş yine harlandı.

“Neden olmasın?” ben bir bakayım. Baktım araştırdım ettim, ve sıkı durun 47 yaşımda gönlümün sultanı Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırdım 🙂 Çok şükür..İlk isteğime üzerinden yıllar geçtikten sonra kavuştum. Üçüncü üniversite maceram başlamış oldu. Çok heyecanlıyım..

Bu sefer kendimi unutmamak, etrafımı duymamak konusunda ısrarcıyım. Bakalım sonu ne olacak ?

Fakat öncesinde en yakın çevremden gelen tepkileri şuraya sıralamak istiyorum:

“Ayyy bu yaştan sonra. İyi valla….”

“Maşallah yani. İyi kotarıyosun…”

“Bu kadar işin gücün arasında, inanamıyorum..”

“Başına bir iş daha aldın, hayırlı olsun…”

Daha fazla yazmayayım, yoksa motive edeceğime demoralize edeceğim sizleri.

Bu cümleleri kimlerin sarf ettiğini yazmayacağım ama şunu bilmenizi isterim ki en en yakın çevremden gelen tepkiler bunlar..

Yani ne zaman ne yapmaya kalksam, “niye şimdi?” örtük sorusunu soruyor herkes. Çünkü herkesin kafasında her şeyin zamanı belli. Okul şu yaşlarda okunur, şu yaşlarda çocuk yapılır, şu zamanda evlenilir, vs..Ve istiyorlar ki sen de onların kafasındaki zamana göre yaşa.

Kim belirliyor bu zamanı ? Ben onu merak ediyorum..

Kim kimin hayatının zamanlamasına karışabilir ?

Kim kimi bu derece aşağıya çekmek isteyebilir ?

Maalesef genelde en büyük darbe en yakınlardan geliyor. Görebilirseniz. Sizin iyiliğinizi istemek adı altında bir çok şeyden mahrum ettiklerini belki onlar fark etmiyor ama siz ne olur fark edin.

Ben bundan 20 yıl önce düğüne bir ay kala evlenmekten vaz geçtim, 36 yaşında üniversiteye dönüp master yaptım. 47 yaşında üçüncü üniversiteme kaydoldum, 43 yaşında ikinci çocuğumu doğurdum..

Siz benim 55 yaşımı bekleyin 🙂

Karşınızda bendeniz Ayşegül..

Sevgilerimle 

Doğmakla Başladı

Bu yılki doğum günümde her yıl yaptığım gibi bir geçmiş yılı gözden geçirme, ne öğrendim ne aldım ne verdim üzerinden bir gönül muhasebesi yaptım yine tabii..

Fakat her yıldan farklı, oldukça değişik duygularla geçirdiğim bir yıl olduğundan, kağıda dökmek bir miktar zaman aldı..

Bir kere en büyük farkı öyle madde madde size sunacağım bir reçetenin kendini göstermemiş olması. Yazılarımı okuyanlar bilir, genellikle derler toparlar listeler ve kolaylaştırırım anltacaklarımı. Gelin görün ki, bu sefer onu kesinlikle yapamadım. 

Belki de bu yüzden kalem kağıttan kaçtım kim bilir.. O yüzden anlatacaklarım her zamankinden dağınık olabilir. Şimdiden affola..

Hepimiz,  hayatın çeşitli alanlarında sınava tabi tutulduğumuz günlerden geçiyoruz. Dünya tarihine yazılacak günlerden. Her birimize ayrı ayrı dokunup, dürten, zorlayıp, sarsan günlerden..

Tabii ki yılın altı ayını bu şekilde geçirdiğim bir yeni yaş diğer yıllardaki gibi olmayacaktı. Aynı olsaydı sıkıntı vardı.

Farkındalıklarımdan bahsetmem gerekirse, teorik olarak bildiğim ya da ufak ufak deneyimlediğim şeyleri koca koca, üstüme doğru gelen koca birer çığ gibi yaşadığım.

Bunlardan bazıları; belirsizlikle burun buruna yaşamak, birinci halka en yakınlarla 7/24 bir arada olmanın getirdikleri, “çok severim” dediklerimi ucundan bile yapacak zaman bulamamak, bulduğumda ise yapmak istememek, “ bu nereye kadar böyle gidecek?” sorularını kafamın içinde lunaparklardaki üstüne çekiçle vurunca diğer delikten çıkan tavşanlar misali susturmaya çalışmak, sağlığa yakın plan yaparken  ruh sağlığının elden gitmemesi için (hiçbir damardan beslenmeden) diimdik durmaya çalışmak, işle ilgili yaptığım planların hepsini uzunca bir süreliğine çöpe atmak.

Daha da uzayabilir liste.. Ama dediğim gibi bu bir listeden çok çözülmesi imkansız gibi görünen karmakarışık bir yün yumağına benziyor. 

Tüm bu yaşananların ana teması nedir diye kendime sorduğumda; esas meselenin “kendine tahammül etme” olduğunu gördüm.

47 yılı geride bıraktığım şu dünya denen gezegende, suratıma suratıma vuran rüzgar buydu işte.

İstediğin ya da planladığını yapamadığında da kendine tahammül edebiliyor musun?

Yapman beklenenleri yapamadığın gibi yaptığında da mahvettiğinde kendini yine de kabul edebiliyor musun?

Kanından canından olanları “çok sevdiğini” söylemek kolay, onlarla her zamankinden daha çok bir arada olup gözüne giren çalılara rağmen kendini hala hoş görebiliyor musun?

“Sabırlıdır o” diyenlerin yüzünü yere eğecek şekilde ortalığı kasıp kavurduktan sonra dönüp kendine “ tamam sen de insansın, olabilir” diyebiliyor musun?

Kendinle hayatının en yakın ilişkisini kurarken hatasıyla sevabıyla insan olmanın yükünü layıkıyla taşıyabiliyor musun ?

Hayatta bir şeyi yapabiliyorken, onu sonsuza kadar yapabileceğini zannetme yanılgısına düştüğünü fark ettiğinde hala aynada gözlerinin içine bakıp kendine şefkat duyabiliyor musun?

İşte bu minvalde sorularla hali hazırda hemhal olurken yazı yazmak bana zor geldi büyük ihtimalle. Bu da kendime tahammül etmekte zorlandığım bir konu oldu hatta; “yazamamak”. Dayandım, önce kızdım kendime, sonra bıraktım. Her şey olur.. İşte o kadar!

Ortalarda bolca içi boşaltılarak piyasada satışa sunulan “kendin ol” klişesinin gerçek yüzü işte böyle bir şey a dostlar! Yok öyle yere çarpmadan, düşüp kanamadan kendin olmak… Nerdee ?
Kim olabilmiş ki biz olalım?
Yol uzun, yol çetrefilli..
Devam..

Yine de, hala, her zaman, neye mal olursa olsun, öyle ya da böyle ve ısrarla; hayat iyi ki..

Nice yıllara 🎈 


Aç Mısınız? – II

Geçen hafta yazdığım “Aç Mısınız?” başlıklı yazıma öyle güzel geri dönüşler aldım ki, inanın daha güzel bir beslenme olamaz. Açlık falan kalmadı bende 🙂 (https://ishegul.wordpress.com/2020/08/10/ac-misiniz/)

 

Gelin görün ki, işin ilginç yanı bu geri dönüşlerin hepsi bana özelden geldi. Kimisi yazdı, kimisi aradı fakat hiçbiri görünür yorum olarak yer almadı. Bunu da (geri dönüş bildirme konusunda genel olarak gözlediğim eğilimleri) bir başka yazıma konu olarak saklıyorum günü gelince dökülecektir kelimeler.

 

Şimdi biz konumuza dönelim.

 

Gelen yorumlardan iki tanesi beni hem çok mutlu etti hem de öyle düşündürdü ki, bu yazıyı yazmaya karar verdirtti. İki kişiden gelen ve beni düşünceye sevk eden iki yorum. Her ikisine de üzerinde kafa yordukları için burada teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

 

Bir tanesi canım ciğerim çocukluğumuzun beraber geçtiği, araya mesafeler girse de hep kalp kalbe olduğumuz otuz beş yıldan fazladır birbirimizi çeşitli şekillerde beslediğimiz, okuyan, düşünen, hayata kafa yoran bir can.

 

Diğeriyse, belki on yıldır hayatımda olan ve fakat ilk andan itibaren ruhlarımızın birbirini asırlardır tanıdığını fark ettiğimiz, hayata başka başka yönlerden bakmayı seven, birlikte beyin jimnastiği yapmaya bayıldığımız bir başka can.

 

İkisi de fikirlerine önem verdiğim arkadaşlarım. Şimdi her ikisinden gelen yorumlar üzerine yazarak düşüneceğim. Siz ve zihniniz de katılırsanız çok sevinirim.

 

 

  • Bizi yine hem içsel yüzleşmeler hem de bilgiler ile dolu harika bir yazı ile buluşturdun. Bu açlık çeşitlerini hiç bilmiyordum, bir kaç kez okudum. Peki bu açlıkları gözlemlemek, bastırmadan ama anlayış geliştirerek tatmin etmek mümkün mü sence? Daha doğrusu tatminden ziyade, olanı ihtiyaçlar dahilinde doyurmak, daha fazla açlık yaratmak için uyaran aramamak.  Aksi halde, Samsara çarkının içinde bir açlıktan diğer açlığa koşa koşa geçecek bir ömür 🙂 

 

Özetle hayatımızın göbeğine açlıklarımızı koyarsak, nasıl nefis ve zihin terbiyesi olacak diye sormuş arkadaşım. Bir açlıktan diğerine giderek kısır döngüde kendimizi geliştiremediğimiz bir hayat yaşamak söz konusu olabilir diye düşünmüş. Haklılık payı var elbet. Böyle bakınca, yani “açlık” doyurmak gözüyle bakınca doymak bilmez hep kendini tekrar eden bir hayat yaşamayı salık veriyormuş gibi görünüyor bu açlıklar teorisi. Oysa öyle değil. Aslında belki de bu detaylara ilk yazıda girmiş olmam her şeyi çok daha fazla netleştirebilirdi. Eric Berne’in bahsettiği açlıklar bir farkında olsak da olmasak da arka planda işliyor. İnsan olmanın gereği bu. Biraz da Maslow’un ihtiyaçlar teorisini hatırlatıyor bana. Piramit en temel fiziksel ihtiyaçlarla başlıyor, sonra ise kendini geliştirme yolunda ihtiyaçlar farklılaşıyor çoğunuzun bildiği gibi . Yani karnını doyurup, güvenli bir çatı bulma ihtiyaçları gibi esas olanlar karşılandıktan sonra kendini gerçekleştirme, vb daha yüksek amaçlara yönelik ihtiyaçlar kendini gösteriyor. Fakat şunu da unutmamak lazım, kendini gerçekleştirme aşamasına geçmiş bir insan bile karnını her gün doyurma ihtiyacıyla baş başa. Yani o temel ihtiyaçlar karşılansa bile tekrar tekrar baş gösteriyor. Gözü dönmüş şekilde fiziksel açlıklara yönelmek ise, zaten diğer açlıkların getirdiği sonuçlar oluyor. Yani bir bakın, yeterince varlığını hissedemeyen, yeterince uyaran alamayan insan kendini kolaylıkla tatmin edeceği ihtiyaç hangisiyse ona yönlendiriyor. Sonuç; yine psikolojik rahatsızlıklar, günlük hayata adaptasyon zorluğu, vs. Hepsinin doyurulmasına ihtiyaç var çünkü. Yani amaç kompleks bir şekilde hepsine dokunmak. Hiç birini yok saymamak, hiç birini de başımızın üstüne çıkarmamak. Açlık doğal, tokluk ise kişisel.

Tabii burada her ruhun her bedenin ihtiyacının da farklı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Herkes kendi ruhunu, bedenini tanıyacak. Nasıl hayat yolunda dengeli bir şekilde yürüyeceğini bilecek. Fakat şu gerçek hiç sekmiyor ki; yolunda gitmeyen fiziksel ya da ruhsal sorunlar bu açlıklarla olan dengesiz ilişkilerimizden kaynaklanıyor. Ya kendini kusana kadar doyurmaktan ya da uzun süreler aç bırakmaktan. Tokken uyaran aramakta mesele, açken değil. Bu da kendini ve zihnini eğitip geliştirmekten geçiyor elbette.

Kendi kontrolümüzde olduğu sürece uyaranları yönetmek en iyisi ve en sağlıklısı.

 

  • Ben okurken bir de oradaki açlıkların zıttını düşündüm. Bende bazen onlar daha baskın oluyor çünkü. Mesela özellikle, uyaran açlığı, bağlantı açlığı ve zaman planlaması açlığının tam tersi neyse onları da çok yaşadığımı biliyorum. Hiçbir uyaran olmadan, ekstra insanlarla iletişime geçmeden, zamanı planlamadan kalabilmek… Özellikle son 1,5 senedir falan çok baskın bende bu hisler. Kısmen son işimde yaşadığım burnout’un da etkisiyle, ama genel olarak minimalizme girmek gibi biraz da…

 

Burada ise arkadaşım aşırı uyaranla yaşamanın zorluğu sonucu “burnout”a varabilecek durumlardan bahsetmiş. Bazen öyle ki, yukarda da dediğim gibi kusana kadar doyunca, insan bir mola, bir hareketsizlik, bir uyaransızlık ihtiyacı duyuyor. O kesin. Hatta kendi aramızda sık sık “ıssız ada” muhabbeti yapar, karşılıklı olarak duyduğumuz izole olma ihtiyacını paylaşırız bu arkadaşımla. Yorumu gönderdikten sonra ise, kendi hayatımı “uyaran şelalesiyle yaşam” olarak nitelediğimde çok güldük 🙂 E doğru..

Önemli olan noktanın kendi isteğinle uyaranlara dur demenin, azaltmanın bazen ruhen gerekli olduğu fakat kendi iradesi dışında insanın uyaransız kalmasının depresyon, anksiyete, vb rahatsızlıklara zemin hazırladığında hem fikir olduk. İnsan bazen “of yeter bir kafamı dinlemek istiyorum” noktasına rahatlıkla gelebiliyor şu stres düzeyi yüksek dünyada. Fakat yine farkında olmak lazım ki; kendi isteğimizle eğer uyaranları yönetebiliyorsak en iyi noktadayız. Bu demektir ki, uyaranlarımız var ve biz bazen az bazen çok maruz kalmak istiyoruz bu uyaranlara. Bir başka açıdan, bu demektir ki özgürüz. Eğer ki, irademiz dışında uyaransız bırakılırsak işte o zaman durum vahim demektir. Kimseye dilemem.

 

 

İşte bu iki yorum beni böyle düşünce yolculuklarına çıkardı. İstedim ki paylaşayım.

Umarım ki, sizlerde de ışıklar yakmıştır.

Sevgiyle,

 

Aç Mısınız ?

 

Arayı çok açtım, farkındayım…

 

Zaman bu ara her zaman olduğundan daha farklı, daha yoğun, daha derinden, daha zorlayıcı akıyor sanki benim algı penceremde.

 

Kaç sefer kağıdı kalemi alıp, kaç sefer bıraktığımı hiç söylemeyeyim burada; ki yazmak en büyük şifam iken. Havada, karada, denizde, en uygun ve en uygun olmayan zamanlarda dahi yazan ben kalem tutamadım bir süredir. İnanın..

 

Evet biliyorum bu bir dönem. Bir çoğumuzun farklı şekillerde içinden geçtiği.

Ortaçgil’in dediği gibi “anlamak çözmeye yetmez” bir hallerdeyim.

 

Buna rağmen içimde devamlı yazma isteği. Yatıyorum kalkıyorum, dilim “yazmak istiyorum” diyor, elim geri gidiyor.

 

Başlı başına bir ders.

 

Bir tek bu bile, şimdiye kadar yazdığım, düşündüğüm onca şeyi önüme yığdırıp,  “hadi bakalım şimdi ne yapacaksın?” dersi adeta!

Tabii ki derse maruz kalınca, düşünüyor bu zihin. Bazı şeyler düşüyor pat pat. Hatta bayağı yoğun konular geliyor zihnime. Bir seferde hepsini paylaşmam zor. Hem benim için hem sizin için. Yavaş yavaş acele edelim en iyisi biz 🙂

 

Baştan söyleyeyim sağlıkla ilgili her şey yolunda şükür.. Bu en büyük nimet öyle değil mi? Kesinlikle öyle..

 

Gelin görün ki, benim gibi devamlı içi fık fık eden ruhlar rahat durmuyor. Deşiyor duruyor. Buluyor bir şeyler, ya da bulamıyor. Bilemiyorum o kısmını.

 

Transaksiyonel Analiz (TA) yaklaşımında insanın içindeki açlık çeşitlerinden bahseder.

Kurucusu Eric Berne altı çeşit açlık tanımı yapar. Bu açlıkların her biri insanın huzurlu olabilmesi için tatmin edilmelidir.  Biri ya da birkaçı doyurulmazsa çeşitli sıkıntılar baş göstermeye başlar.

 

Buyrun şöyle bir göz atalım birlikte:

 

  • Uyaran Açlığı (Stimulus Hunger)

 

  • Tanınma/Takdir Edilme/Onaylanma Açlığı (Recognition Hunger)

 

  • Bağlantı Kurma Açlığı (Contact Hunger)

 

  • Cinsel Açlık (Sexual Hunger)

 

  • Zaman Planlaması Açlığı (Time Structure Hunger)

 

  • Olay/Vaka/Skandal Açlığı (Incident Hunger)

 

Bu dönemde kendimi içsel ve tarafsız olarak gözlemeye çalıştığımda (elimden geldiği kadar tarafsız tabii!) hangi açlığın bu ruh haline yol açtığını sordum kendime. O zaman da TA’nın bel kemiği olan bu altı açlığı hatırladım. Kısa kısa sizi sıkmadan üstünden geçeceğim.

Birlikte hem öğrenip hem kendimizi masaya yatıralım diyorum,  ne dersiniz ?

 

  • Uyaran Açlığı : Beş duyumuzun tek tek uyarılmasına hayatın içinde sıklıkla ihtiyaç duyarız. Eğer yeterince uyaran alamazsak bu ciddi strese ve sıkıntıya yol açar. Yeterli şekilde uyarı aldığımızda ise “adrenalin” salgılarız ki, bu da ihtiyacımız olan ilaçtır. Psikiyatrik olarak uygulanan bazı terapilerde bilinçli şekilde bütün uyaranlar kesilerek, içe bakış sağlanır. Onu bir kenara koyarsak günlük hayatımıza sağlıklı devam edebilmek için uyaranlara açız. Beş duyu dışında duygusal ve entelektüel uyaranlar da bu başlık altında incelenebilir. Duygu paylaşımı, acı verici toplumsal olaylar ya da hoşa giden bir kitap bu uyaranlara örnek olabilir. (uyaranın mutlaka olumlu olması gerekmiyor, fark etmiş olabileceğiniz gibi.)

 

  • Tanınma/Takdir Edilme/Onaylanma Açlığı : Diğerleri tarafından görüldüğümüzü, onaylanıp desteklendiğimizi hissettiğimizde şu dünyadaki varlık ve aidiyet duygularımız tatmin olur. Şimdi ve burada olduğumuzu derinden hissettirir bize. Psikolojik olarak sağlıklı olabilmek için bu açlık da doyurulmalı elbet. Çok büyük olaylar da gerekmiyor onaylanma için üstelik, kapıdan geçerken bir yabancıya kapıyı açtığınızda size başıyla teşekkür hareketi yaptığında ya da bir arabaya yol verdiğinizde korna çalarak size gülümsediğinde bile varlığınızı hissediyorsunuz.

 

  • Bağlantı Kurma Açlığı: Burada bahsedilen insanlarla fiziksel olarak temas ederek bağlantı kurma açlığı. Herhangi bir insana dokunduğumuzda bir yandan kendi kimliğimizi gerçekleştirmiş oluyoruz diğer yandan da iki farklı insan olduğumuzu fakat birbirimize bağlı olduğumuzu hissediyoruz. Bu bağ, konfor ve bağlılık yaratıyor. Tıpkı küçük çocukların ebeveynleriyle ya da oyun sırasında diğer çocuklarla sıklıkla temas etmelerinde görüleceği gibi. Fiziksel temas azaldıkça, insanlardaki izolasyon ve stres düzeyi yükseliyor. Bu da gerek psikolojik gerekse fiziksel rahatsızlıklara zemin hazırlıyor. 

 

  • Cinsel Açlık: Bildiğiniz üzere evrimsel olarak hayatta kalmak ve türün devamını sağlamak adına insanın temel açlıklarından biri de cinsel açlık. Bu dürtüyle karşı cinse yönlenip, bu dürtüyle insanın dünya üzerindeki devamlılığı sağlanıyor. İnsan cinsinin hediyesi de işin içine katılan tutku, şehvet, aşk ve romantizm. Temeldeki cinsel açlığı tatmin etmek amacıyla yola çıkılırken, tuzu biberi baharatı da duygular oluyor.

 

  • Zaman Planlaması Açlığı: Hepimiz bu gezegende vaktimizin sınırlı olduğunu bildiğimizden, anlamlı bir şeyler yapmak ve bu anlamlı şeyleri bir an önce yapmak istiyoruz. Bunun için de adı konmuş hedefi belli zaman planlamalarına açız. Zamanı gerektiği gibi planlayamayınca, vakti boşa harcama duygusu kaplıyor insanın içini. Boşluk içinde kalıyor. Bu yüzden bir şeyler yapmaya çalışıyoruz her daim. Kurslara gidiyoruz, kitap yazıyoruz, tatil planları yapıyoruz. Özgeçmişimizi anlamlı ve başarılı işlerle doldurmaya gayret ediyoruz ki bir sonraki işimize zemin oluştursun. Diğer yandan dinlenmek ve eğlenmek için de vaktimiz olsun istiyoruz. Zamanı belli bir yapılandırma içinde kullanırsak psikolojik olarak daha güvenli ve konforlu hissediyoruz kendimizi.

 

  • Olay/Vaka/Skandal Açlığı : Bu açlık, uyaran açlığıyla yakından ilişkili. Etrafımızda olan ve hayatımıza bir şekilde renk/hareket katacak olaylar arıyoruz sürekli olarak. Renk katma deyince her zaman olumlu olayları aradığımız anlamına gelmesin, bazen olumsuzları da arıyoruz. Hatta daha ileri gidip kendimizle ilgili vakalar da “yaratabiliyoruz” bu açlığı dindirmek için. Gazeteler, TV ve diğer medya bu açlığımızı doyurmaya büyük oranda hizmet ediyor. (şükür mü etsek bilemedim!!) İşin ilginç yanı, öyle ya da böyle bu açlığımızı tatmin edecek bir şeyler bulmamız ya da yaratmamız.

 

İşte böyle insanın altı açlığı. Hepsi hepimizde var. Amaç hepsini sırayla doyurmak. Bir döngü gibi. Bir onu bir öbürünü, bazen üçünü aynı anda bazen beşini. Ama hep bu açlıklarla yürüyoruz. Tükenmiyor, kısa süreli uyuyorlar sadece. Bir süre sonra tekrar..Hoooop hadi bakalım 🙂

 

Şimdi kendime dönecek olursam, en çok en son açlığı yaratıp yaratıp tatmin etmeye çalıştığımı fark ediyorum kendi hayatımda. Galiba bu da o dönemlerden biri. Gelin görün ki, bunca yıllık ömrümde bu derece debelendiğimi hatırlamıyorum.

 

Haa, şunu da söylemek gerek bazı haberler etrafımda olan bitenler Vaka Açlığı’mı fazlasıyla doyuracak şekilde de gelişmiyor değil. Yine de ben çalışıp değişik vakalar yaratıyorum.

 

Siz ne durumdasınız ?

 

Aç mısınız ?

 

 

Mekan’la Ben

 

Mekanlarla insan ruhu arasında hep bir bağ olduğunu hissederim.

Mesela evler orada yaşayan kişilerin enerjileri ile dolar. Hatta kokusuyla da. Her evin kendine has bir kokusu olur. Tüm diğer kokulardan başka. Orada yaşayanların kokusudur o.

Kokusunu sevdiğiniz insanların evini de seversiniz. Özlersiniz.

O evlerden çıkmak istemezsiniz bir şekilde. Evin şekli, yeri, içi, dışı hiç fark etmez. Sizi çeker. Detayları çok da fark etmezsiniz aslında. Aidiyet duygusudur sizi orada tutan, sorgusuz sualsiz.

Bazı evler ise kapıdan girer girmez üzerinize bir karabasan gibi çöker.

Hiç yaşadınız mı bilmiyorum ama bana sıkça olur. Hep de bir neden ararım kendimce “çok eşya var” ya da “renkler çok koyu”, “desenler çok büyük” vs vs şeklinde uzayıp giden. Bunların da payı vardır elbet ama artık biliyorum ki mekanlar içindeki ruhların birer yansıması.

Başka neden aramaya gerek yok.

Sadece evler değil ofisler, cafeler restoranlar, barlar, okullar, kütüphaneler, vs vs neresi olursa olsun yaşam alanı olan mekanlar insanla bağlantı kurar. Ya da insan mekanla..

Neden aynı sokakta sekiz tane alternatifi varken hep aynı eczaneye girdiğinizi ya da aynı cafenin bir başka şubesinde diken üstündeyken diğer şubesinde evinizdeymiş gibi hissettiğinizi hiç düşündünüz mü ?

Boş mekanlar hüzünlü gelir bana. Bir devir kapanmış gibidir oralarda. Bir önce orada olanların enerjisi hala belli belirsiz hissedilirken, yeni geleceklerin enerjileri kapıyı çalmaktadır. Kim bilir ne hayatlara şahit olmaya hazırlanmaktadır mekan.

Ruhumun içinde bulunduğum mekanlara aktığını (bazen de akamadığnı!) hisseder dururum. Çocukluğumdan beri..Eğer uyum yakalandıysa, nefistir her şey. Bir melodi gibi kusursuz akar.

Tersi durumları da yaşadım, bayağı zorlandım, ruhen törpülendim adeta. Ama geçti..

Ben bunca kafa yorup dururken, 2018 yılında gittiğim “Muğlak Alan” isimli bir sergide sanki tüm bu düşündüklerim, hissettiklerim postmodern bir sanat eseriyle karşımda duruyordu.

Yanında bir de açıklamayla beni bekliyordu sanki..

İnanın bana, bu yabancıların “epiphany” dediği türden bir aydınlanma idi benim için.

Sergideki tüm eserler klasik estetik kalıplarının dışında, sanat ve tasarım arasındaki sınırların kalkışı ile birlikte oluşan muğlaklığa yönlendiriyordu gezeni.

Ve sorgulamaya elbette..

Mekan-Space isimli bir dizayn stüdyo tarafından yapılmış olan “Expedition” isimli bir kinetik entalasyondu beni en çok vuran, en çok çeken, en çok alan, en çok götüren. (Fotoğrafını yazının başına koydum, merak edenler için.)

Durun hemen geri çekilmeyin, modern sanattan uzak durmayın sakın.

Gelin böyle, bakın anlatacağım nasıl her şey bir anda berraklaşacak.

Yanındaki açıklama şöyle başlıyordu:

Canlı nedir ?

Canlı ve cansız arasındaki ayrım aldığı nefeste midir ?

Kendiliğinden çoğalan hücrelerde mi?

Beni çarpan yerine ise geliyordu açıklama yavaş yavaş sonuna doğru:

Bedenleşen mekan, mekanın bir organizmaya dönüşüp akışkan, kendi kendine büyüyebilen ve aynı zamanda etkileşime geçen bir yapıya dönüşmesidir.

Bu durumda mekan da bedene ait özelliklere sahiptir.

Mekanla bedenin kurduğu etkileşim, iki beden arasındaki etkileşime benzer bir yapıya dönüşür.

İşte bu!

Hep hissettiğim yukarda da ifade ettiğim şeydi bu.

Mekanın bedenleşmesi..Daha mükemmel anlatılamazdı. Sanatın gücüydü bu işte.

Tıpkı geçenlerde okuduğum bir sözdeki gibiydi yaşadığım;

Sanat görmemizi sağlar; çok tanıdık bir şey dahi olsa sanki daha önce hiç görmemişiz gibi görmemizi.

Ve o günden beri bu büyülü eser benim zihnimde kalbimde büyük öneme sahiptir. Taşırım kendimle beraber. Ne zamandır da paylaşmayı arzu ediyordum sizlerle.

Gelip giden düşüncelerle benzer hislerle yaşayıp dururken, birden “Mekanın Poetikası” kitabıyla karşılaştım bir de üstüne. Gaston Bachelard’ın eseri.

İşte o zaman tam oldu her şey, bütünleşti. Yazmasam olmazdı, çünkü taştı. Yakalamak farzdı.

Kitapta diyor ki; (bayıldım) “Mekan, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar.

Alın size bir başka şairane anlatım.

Mekan, hafızasından neler neler barındırır. Kimse bütünen bilemez ancak hissedebilir.

Mekan, yalnızca fiziki bir oluşum değil ondan çok daha ötedir.

Anıların yerleştiği yerdir mekan, mahzenden tavan arasına kadar bizimle var olur bizimle yaşar.

Çocukluğumuzu bizimle birlikte hatırlar, mezun olduğumuz günkü heyecanımızı sarar sarmalar, ilk işe girişimizdeki sevinç çığlıklarımızı içinde saklar, anneannemizin öldüğü gün yatağa kendimizi zor atarak sabaha kadar ağladığımızı bir sır gibi saklar. Duyabilenler hariç..

Kimseye söylemez mekan..

Bilir..