Aç Mısınız? – II
Geçen hafta yazdığım “Aç Mısınız?” başlıklı yazıma öyle güzel geri dönüşler aldım ki, inanın daha güzel bir beslenme olamaz. Açlık falan kalmadı bende 🙂 (https://ishegul.wordpress.com/2020/08/10/ac-misiniz/)
Gelin görün ki, işin ilginç yanı bu geri dönüşlerin hepsi bana özelden geldi. Kimisi yazdı, kimisi aradı fakat hiçbiri görünür yorum olarak yer almadı. Bunu da (geri dönüş bildirme konusunda genel olarak gözlediğim eğilimleri) bir başka yazıma konu olarak saklıyorum günü gelince dökülecektir kelimeler.
Şimdi biz konumuza dönelim.
Gelen yorumlardan iki tanesi beni hem çok mutlu etti hem de öyle düşündürdü ki, bu yazıyı yazmaya karar verdirtti. İki kişiden gelen ve beni düşünceye sevk eden iki yorum. Her ikisine de üzerinde kafa yordukları için burada teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Bir tanesi canım ciğerim çocukluğumuzun beraber geçtiği, araya mesafeler girse de hep kalp kalbe olduğumuz otuz beş yıldan fazladır birbirimizi çeşitli şekillerde beslediğimiz, okuyan, düşünen, hayata kafa yoran bir can.
Diğeriyse, belki on yıldır hayatımda olan ve fakat ilk andan itibaren ruhlarımızın birbirini asırlardır tanıdığını fark ettiğimiz, hayata başka başka yönlerden bakmayı seven, birlikte beyin jimnastiği yapmaya bayıldığımız bir başka can.
İkisi de fikirlerine önem verdiğim arkadaşlarım. Şimdi her ikisinden gelen yorumlar üzerine yazarak düşüneceğim. Siz ve zihniniz de katılırsanız çok sevinirim.
- Bizi yine hem içsel yüzleşmeler hem de bilgiler ile dolu harika bir yazı ile buluşturdun. Bu açlık çeşitlerini hiç bilmiyordum, bir kaç kez okudum. Peki bu açlıkları gözlemlemek, bastırmadan ama anlayış geliştirerek tatmin etmek mümkün mü sence? Daha doğrusu tatminden ziyade, olanı ihtiyaçlar dahilinde doyurmak, daha fazla açlık yaratmak için uyaran aramamak. Aksi halde, Samsara çarkının içinde bir açlıktan diğer açlığa koşa koşa geçecek bir ömür 🙂
Özetle hayatımızın göbeğine açlıklarımızı koyarsak, nasıl nefis ve zihin terbiyesi olacak diye sormuş arkadaşım. Bir açlıktan diğerine giderek kısır döngüde kendimizi geliştiremediğimiz bir hayat yaşamak söz konusu olabilir diye düşünmüş. Haklılık payı var elbet. Böyle bakınca, yani “açlık” doyurmak gözüyle bakınca doymak bilmez hep kendini tekrar eden bir hayat yaşamayı salık veriyormuş gibi görünüyor bu açlıklar teorisi. Oysa öyle değil. Aslında belki de bu detaylara ilk yazıda girmiş olmam her şeyi çok daha fazla netleştirebilirdi. Eric Berne’in bahsettiği açlıklar bir farkında olsak da olmasak da arka planda işliyor. İnsan olmanın gereği bu. Biraz da Maslow’un ihtiyaçlar teorisini hatırlatıyor bana. Piramit en temel fiziksel ihtiyaçlarla başlıyor, sonra ise kendini geliştirme yolunda ihtiyaçlar farklılaşıyor çoğunuzun bildiği gibi . Yani karnını doyurup, güvenli bir çatı bulma ihtiyaçları gibi esas olanlar karşılandıktan sonra kendini gerçekleştirme, vb daha yüksek amaçlara yönelik ihtiyaçlar kendini gösteriyor. Fakat şunu da unutmamak lazım, kendini gerçekleştirme aşamasına geçmiş bir insan bile karnını her gün doyurma ihtiyacıyla baş başa. Yani o temel ihtiyaçlar karşılansa bile tekrar tekrar baş gösteriyor. Gözü dönmüş şekilde fiziksel açlıklara yönelmek ise, zaten diğer açlıkların getirdiği sonuçlar oluyor. Yani bir bakın, yeterince varlığını hissedemeyen, yeterince uyaran alamayan insan kendini kolaylıkla tatmin edeceği ihtiyaç hangisiyse ona yönlendiriyor. Sonuç; yine psikolojik rahatsızlıklar, günlük hayata adaptasyon zorluğu, vs. Hepsinin doyurulmasına ihtiyaç var çünkü. Yani amaç kompleks bir şekilde hepsine dokunmak. Hiç birini yok saymamak, hiç birini de başımızın üstüne çıkarmamak. Açlık doğal, tokluk ise kişisel.
Tabii burada her ruhun her bedenin ihtiyacının da farklı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Herkes kendi ruhunu, bedenini tanıyacak. Nasıl hayat yolunda dengeli bir şekilde yürüyeceğini bilecek. Fakat şu gerçek hiç sekmiyor ki; yolunda gitmeyen fiziksel ya da ruhsal sorunlar bu açlıklarla olan dengesiz ilişkilerimizden kaynaklanıyor. Ya kendini kusana kadar doyurmaktan ya da uzun süreler aç bırakmaktan. Tokken uyaran aramakta mesele, açken değil. Bu da kendini ve zihnini eğitip geliştirmekten geçiyor elbette.
Kendi kontrolümüzde olduğu sürece uyaranları yönetmek en iyisi ve en sağlıklısı.
- Ben okurken bir de oradaki açlıkların zıttını düşündüm. Bende bazen onlar daha baskın oluyor çünkü. Mesela özellikle, uyaran açlığı, bağlantı açlığı ve zaman planlaması açlığının tam tersi neyse onları da çok yaşadığımı biliyorum. Hiçbir uyaran olmadan, ekstra insanlarla iletişime geçmeden, zamanı planlamadan kalabilmek… Özellikle son 1,5 senedir falan çok baskın bende bu hisler. Kısmen son işimde yaşadığım burnout’un da etkisiyle, ama genel olarak minimalizme girmek gibi biraz da…
Burada ise arkadaşım aşırı uyaranla yaşamanın zorluğu sonucu “burnout”a varabilecek durumlardan bahsetmiş. Bazen öyle ki, yukarda da dediğim gibi kusana kadar doyunca, insan bir mola, bir hareketsizlik, bir uyaransızlık ihtiyacı duyuyor. O kesin. Hatta kendi aramızda sık sık “ıssız ada” muhabbeti yapar, karşılıklı olarak duyduğumuz izole olma ihtiyacını paylaşırız bu arkadaşımla. Yorumu gönderdikten sonra ise, kendi hayatımı “uyaran şelalesiyle yaşam” olarak nitelediğimde çok güldük 🙂 E doğru..
Önemli olan noktanın kendi isteğinle uyaranlara dur demenin, azaltmanın bazen ruhen gerekli olduğu fakat kendi iradesi dışında insanın uyaransız kalmasının depresyon, anksiyete, vb rahatsızlıklara zemin hazırladığında hem fikir olduk. İnsan bazen “of yeter bir kafamı dinlemek istiyorum” noktasına rahatlıkla gelebiliyor şu stres düzeyi yüksek dünyada. Fakat yine farkında olmak lazım ki; kendi isteğimizle eğer uyaranları yönetebiliyorsak en iyi noktadayız. Bu demektir ki, uyaranlarımız var ve biz bazen az bazen çok maruz kalmak istiyoruz bu uyaranlara. Bir başka açıdan, bu demektir ki özgürüz. Eğer ki, irademiz dışında uyaransız bırakılırsak işte o zaman durum vahim demektir. Kimseye dilemem.
İşte bu iki yorum beni böyle düşünce yolculuklarına çıkardı. İstedim ki paylaşayım.
Umarım ki, sizlerde de ışıklar yakmıştır.
Sevgiyle,
- Posted in: Öğrenmeli Farkındalık ♦ Uncategorized
Ayşegülcüğüm, yazılarını keyifle okuyorum. Benim de bitmeyen açlıklarım okuma, öğrenme açlığı ve bahsettiğin izolasyonun tam karşıtı sosyalleşme açlığı. Bunlara doyamıyorum. Aslında sosyalleşme de öğrenme açlığımın bir parçası. Geçen gün oğullarım neden tekrar bu yaşta okula geri dönmeye çalıştığımı anlamaya çalışırken ben de onlara Maslow’ın hiyerarşisi ve kendini gerçekleştirmeyi anlattım, tatmin oldular mı bilmem. Sosyalleşme isteğimle de ailecek dalga geçtiklerinde Harvard’ın araştırma sonucunu paylaşıp arkadaşlığın ömrü uzattığını söylüyorum savunma olarak:-)
Harikasın Sinemcim 😍😁
İşin şakası bir yana, önemli olan zaten kendi açlıklarının farkında olmak. Ne mutlu ki, bu bilinçte olanlardan biri de sensin ❤️